24 Aralık 2014 Çarşamba

#35 - Trance


Bugün fanusumuzdan çıkan film Danny Boyle’un yönettiği 2013 yapımı nefis film “Trance”, Türkçe adıyla “Trans”. Filmin başrollerini James McAvoy, Vincent Cassel ve Rosario Dawson paylaşıyor.

Müzayedelerde sanat eserini korumakta yükümlü olan Simon, bir hırsızlık işine karışır. Başına gelen darbe sonucu eseri nereye sakladığını unutmasıyla, Elizabeth isimli bir hipnoz uzmanından yardım alır.


Slumdog Millionaire, Transpotting gibi filmlerden sevdiğimiz yönetmen bize göre bu filmde de gayet başarılı. Sürekli geçmişe gidip gelmesinin kafa karıştırıcılığı dışında tam yerinde giren iyi müzikler, gerici psikoterapi sahneleriyle sürükleyici bir film. Filmin bi kısmından sonra acaba ne olacak, tablo nerede derken aksiyon hep yüksek ölçüde, tam kavradım derken birden bir flashback geliyor ve hayır yanlış düşünmüşüm diyorsunuz.


Oyunculuğu gözümüze çarpan Rosario Dawson bu rol için, Scarlett Johansson ve Eva Green’le yarışmış ve rolü ellerinden almış.



Bu filmi neden izlemeli?
- Bir Danny Boyle filmi olduğu için
- Sürükleyici kurgusu için
- Rosario Dawson’ın oyunculuğu için

Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı;


22 Aralık 2014 Pazartesi

Yılbaşı için 5 Yeniyıl Filmi Önerisi




Sizin için sevdiğimiz filmlerden, yılbaşında ailenizle izleyebileceğiniz 5 filmlik ufak bir liste hazırladık.




It's A Wonderful Life (1946)

Kendinizi iyi hissetmeniz konusunda size baskı yapan bir Frank Capra filmi. Samimi ve sıcak bir tavırla, yaşamın, hayatın önemini  vurgulayan noel ve yılbaşına en uygun filmlerden birisi It’s a Wonderful Life. George Bailey’nin acıklı hilayesini bütün duyguları yaşatarak bize yansıtan filmin izleyen herkesi etkileyeceğinden eminiz.


Home Alone (1990)

Chris Colombus tarafından çekilen,  bu listeyi okuyan hemen hemen herkesin en az bir kere izlediğini düşündüğümüz film, bir aralar her ay yayınlanıyordu televizyonda. Büyük bir aileye sahip olan 8 yaşındaki Kevin, ailesi Fransa’ya giderken “yanlışlıkla” evde
unutulur. Eve hırsızlar dadanmasıyla evini korumasını konu alan çok eğlenceli bir yılbaşı filmi.



The Nightmare Before Christmas (1993)

Tim Burton tarafından stop-motion çekilen film, noel ruhunun insanı nasıl esir aldığını konu alır. Filmimizde her bayramı hazırlamakla yükümlü bir kasaba var, film cadılar bayramı kasabasında geçiyor. Şehrin sevilen adamlarından olan Jack, kendini yanlışlıkla noel kasabasında bulur. Noel ruhunun kendini ele geçirmesi sonucu kendi noelini yapmaya çalışır. Noeli biraz neşeli havasından çıkarıp, karanlık temada inceleyen bir film. 


The Polar Express (2004)

Chris Van Allsburg’un 1986da yazdığı hikayeden, Robert Zemeckis tarafından uyarlanan film, noele çocuk gözünden bir bakış açışından karşımıza geliyor. Performans yakalama tekniğiyle çekilen animasyon filmde Tom Hanks 6 farklı karakteri canlandırmış. Film, Noel Babaya inancını yitirmeye başlayan çocukların gizemli bir trenle evlerinden alınıp Kuzey Kutbuna yolculuğunu anlatıyor. Noel Baba inancını hiçbir şekilde Hristiyanlığa dayandırmadan, evrensel bir şey olarak anlatması da bir artı katıyor.


Edward Scissorhands (1991)

Farklı olanı kabullenme/kabullenememe temasını işleyen Tim Burton filmi. Bir bilim adamının yarım kalmış projesi olan Edward’ın gotik şatodan çıkıp, banliyöye inmesini konu alır film. Johnny Depp ve Tim Burton’ı ilk kez buluşturan bu “anti-amerikan rüyası” film, belki tamamen noel filmi olmasa da Edward’ın temsil ettiği karşılıksız iyilik, saflık, dürüstlük gibi kavramlar filmin bu listede bulunması için gerekli bir sebep.


Herkese mutlu, sağlıklı yıllar dileriz, umarız ki 2015 diğer yıllardan çok daha güzel geçer.

Umut Kapyalı & Taha Şahin

17 Aralık 2014 Çarşamba

#33, #34 - 28 Days Later, 28 Weeks Later

Fanusumuzdan bugün 28 Days Later ve 28 Week Later çıktı. 


28 Gün Sonra, yönetmenliğini Danny Boyle’un üstlendiği 2002 yapımı bir film. Başrollerinde ise Cillian Murphy, Naomie Harris, Noah Huntley, Brendan Gleeson gibi isimler bulunuyor.

Bir grup aktivistin üzerinde deney yapılan maymunları serbest bırakması sonucu maymunlardan insanlara geçen virüs sonucu insanlığın yaşadıklarını anlatıyor film. 


Filmi klasik zombi filmlerinden ayıran bir çok şey var. Bunların başında yönetmeninin Danny Boyle olması geliyor şüphesiz. Daha sonra John Murphy’nin yaptığı müzikler filmi başka bir boyuta taşıyor. Filmi diğer zombi filmlerinden ayıran bir diğer özellik ise zombilerin hızlı hareket ediyor olması. Bu durum çoğu kişi tarafından mantık hatası olarak görüldü. Fakat ortada tamamıyla kurgu bir durum varken –zombiler-, bunların hızlı hareket ediyor olmasında bir mantık aramak doğru olmaz. Olmayan bir şeye, istediğiniz özellikleri yükleyebilirsiniz. Zombileri ister koşturabilir, isterseniz kanat takıp uçurabilirsiniz. Bu durum mantık hatasına yol açmaz. 


İkinci film, ilk filmden beş yıl sonra 2007 de çekilmiş. Yönetmen koltuğundaki Danny Boyle yapımcılık ünvanına çekilirken filmin senaristi de değişmiş. Bu durumda filmin neden yapıldığı gerçekten merak konusu. Aradan bunca zaman geçmişken farklı kadro ile bir devam filmi yapmak çok tehlikeli bir durum. İkinci filmde de ilk konu farklı karakterle devam etmekte. Karakterlerin hayatta kalma mücadelesine tanık oluyoruz biz de. İlk filme nazaran biraz daha sıradan bir film 28 Hafta Sonra.


Ek olarak, ikinci filmde askerlerin çatıdan zombilerle halkı bir arada yok etttiği sahnede sanki tarihe yansıtılmış bir aynaya bakıyoruz.

28 Gün Sonra ve 28 Hafta Sonra serisini diğer zombi filmlerinden ayıran bir nokta daha mevcut. Maymunlardan insanlara geçen virüs aslında “öfke”. Durum böyle olunca aslında çok sembolik şeyler ortaya çıkabilir. Örneğin askerlerin gözlerini karartıp, virüssüz halkı yok etmesi aslında hasta olanların kendileri olduğu şeklinde yorumlanabilir.
Genel olarak temposu oldukça yüksek, müzikleri muhteşem bir seri 28 Gün ve Hafta Sonra serisi.

Bu filmi neden izlemeli?
-Danny Boyle’un zombilerine tanık olmak için.
-Johny Murphy’nin şahane müziklerini dinlemek için.
-İngiltere’nin sokaklarının zombi istilasındaki halini görebilmek için. 

Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı;

16 Aralık 2014 Salı

8dk'da 2014'ün Filmleri

Nikita Malko, 2014'ün filmlerini sekiz dakikalık bir video ile kolajlamış.

İşte o şahane kolaj: 



Videodaki filmlerin listesi burada.

#32 - Atlantis: The Lost Empire


Bugün fanustan çıkan film “Atlantis: The Lost Empire”, Türkçe adıyla “Atlantis: Kayıp Krallık”. 2001 yapımı animasyon filmin yönetmenliğini Kirk Wise ve Gary Trousdale üstlenmiştir.

Filmin teması Platon’un bir sözünden ilham alınarak yazılmıştır;
"Atlantis adası talihsiz tek bir gecede denizin sularına gömülerek kayboldu." Platon (M.Ö. 360)


Milo adındaki araştırmacının büyükbabasından esinlenerek batık şehir Atlantis’i keşfetme yolculuğunu, yolculuğunda karşılaştıklarını anlatıyor film.




Bilgisayar destekli animasyonların çok yaygınlaştığı dönemde elle çizilen bir film olması nedeniyle, Disney’in Sinbad’ı gibi underrated kalmış bir film. Zaten bu iki filmden sonra Disney, elle çizme dönemini kapatmıştır.

Çocukken  izlediğimizde belki anlamadık ama şimdi tekrar oturup izlediğimizde bazı replikler gerçekten o kadar komik ki, kahkahalar atabiliyorsunuz. 

Bu filmi neden izlemeli?
- Elle çizilen son Disney filmlerinden olduğundan
- Felsefi bir alt metne dayandığından

Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı;



6 Aralık 2014 Cumartesi

Film Fanusu, Beyaz Perde #3: Interstellar


Merhabalar,
Christopher Nolan ve kardeşi Jonathan Nolan’nın 2006’dan beri üzerinde çalıştığı Interstellar’ı izledik. 

Filme başlamadan önce Christopher Nolan’ı çok sevmediğimi, bunda Batman’i sevmememin büyük bir etkisi olduğunu söylemek istiyorum. Fakat Nolan’ın Memento, Imsomnia, The Prestige, Inception ve şimdi fe Interstellar gibi tabiri caizse “mind fuck” filmler sineması üzerine en başarılı isim olduğunu da söylemeden geçemem.

Batman serisini dışarıda tutarsak, çektiği bütün filmleri anlayabilmek için çaba sarf etmemiz gerekiyor. Bu da izleyiciyi filmin bir parçası haline getiriyor. Her filminin farklı bir teori üzerinden şekillenmesi ve filmlerinin gerçek anlamda bilime ve kurgu’ya dayanması Nolan’ı bilimkurgu sinemasının ustası yapıyor şüphesiz bir biçimde. 

Film ülkemizde 7 Kasım’da vizyona girdi, neredeyse bir ay önce, ve hala sinema salonları ağzına kadar dolu. Film Açılış haftasında sadece Amerika’da 50 Milyon $ hasılat etti.
Filmin müziklerini Hans Zimmer yapmış ve müzikler gerçekten muhteşem.



Yazının devamı filmi izlemeyenler için spoiler içerebilir.

Günümüzde artık efekt yapmak o kadar kolay ki, tamamen yeşil bir odada dünyanın en fantastik filmini çekebilir, evinizdeki bilgisayarınızda koltuğunuzu kavaya uçurabilir, kendinizi maviye boyayıp Avatar çekebilirsiniz. Dolayısıyıla filmin efektleri şöyleydi böyleydi gibi bir yoruma girmek artık gereksiz sayılabilir. Onun yerine filmdeki başka detaylara değinmek istiyorum.
Interstellar’ın gerçek anlamda çok beğendiğim bir kaç yönü var. Filmin başındaki uzay sahnelerinde filmin aşırı sessiz olmasını düşünüp “Neden soundtrack koymamışlar acaba?” diye sordum kendime. Akabinde aklıma geldi ki, uzayda ses iletilmez. Bunu izleyiciye yanstımak için de sessiz görüntü yapılabilecek en iyi şey. Öte yandan benzer durumun finale yakın bir kaç patlama sahnesinde de yapılması gerçekten çok hoşuma gitti. Bu sayede yapımın kalitesi ket be kat artmış.
Filmde bilimsel bir çok teori çok rahatlıkla açıklanmış izleyiciye, solucan deliği ve izafiyet teorisi bunlardan bazıları. Interstellar’ın bilim kısmı kesinlikle muazzam, peki ya kurgu kısmı?
Bilim adamları, solucan deliğinin teoride varlığını kabul etse de kısa sayılabilecek uzay serüvenimizde henüz gerçek bir solucan deliği ile karşılaşılmadı. Yani içerisinden geçerken neler olacağını henüz bilmiyoruz. Aynı şekilde karadeliğin içine girince ne olacağı da bilinmeyen bir muamma. Nolan kardeşlerin yaratıcı zekaları işte bu kısımda devreye giriyor. Gerek solucandeliğinden gerekse karadelikten geçince ne olacağını kendilerince tahmin ediyorlar, belki bir teori geliştiriyorlar, belki de uyduruyorlar. 

Cooper’ın uzaya gitmesiyle, filmdeki zaman algımız çatallaşmaya başlıyor. Çünkü uzayda ve dünyada geçen süre aynı değil. Uzayda bir saat geçmesine karşın dünyada yedı yıl gibi muazzam bir süre geçiyor. Cooper’ın uzay serüvenini aşağıdaki çizimle açıklamaya çalıştım. 



Cooper, Murph çocukken uzaya gidiyor ve kısa bir süre içerisinde Miller’ın ve Dr. Mann’in gezegenine ulaşıyor. Murph ise çoktan 30lu-40lı yaşlarına ulaşmış durumda. Dr. Mann’in gezegeninden sonra Dr. Brand’den ayrılıp Gargantua’nın içine giriyor ve bu girdiği kara delik kızının odasına inşa edilmiş bir tesseract’ın içine çıkıyor. Aklımızda ilk soru burada beliriyor aslında. Çünkü daha önce bu yeni galaksiye girmek için bir solucan deliği kullanmışlardı. Solucan delikleri, kara deliğin bir çeşididir. İlk solucan deliğinde, yolculuğun sonu başka bir galaksi olurken, Gargantua’nın sonu nasıl insan yapımı bir tesseract olabilir?
Tesseract, zamanın ötesinde bir oluşum. Bunu anlamak, zamanın ötesinde düşünmek bizim için çok zor. Tesseract’ta zaman fiziksel bir yapı, bir boyut. O yüzden tesseractın içinde zaman kavramı yok. Geçmiş ve gelecek diye bir kavram yok. İşte tam bu noktada aklımızda başka bir soru beliriyor. Tesseractta zaman kavramı yoksa Cooper neden zamanla yarışır gibi hareket ediyordu? Bunun cevabı aslında şu, tesseractta zaman kavramı olmaması, tesseractın son bulmayacağı anlamına gelmiyor. Yani tesseract sonsuz değil, kapatılabilir yok edilebilir bir alan. Cooper’ın zamanla yarışmasının sebebi de bu. Tesseract kapatılmadan önce yapması gereken şeyleri yapmak istiyor.
Tesseract kapatıldıkta sonra ise Cooper Satürn yakınlarında bulunuyor. ??? Aklımızda soru işaretleri hızla beliriyor yine??? Tesseract kapatıldıktan sonra neden Gargantua’ya girdiği yerde değil de Satürn yakınlarında, solucan deliğine girdiği yerde bulunuyor? Satürn yakınlarında bulunduktan sonra Cooper Station’a götürülüyor. A Planının hayata sokulduğu bir istasyon burası.
Nolan’ın bilinç altı küresel dünya imgesiyle yanıp tutuşuyor sanırım. Finaldeki gökyüzüne doğru uzanan küresel şehir imajını Inception’da da karakterlerden birisine rüyadayken yaptırtmıştı.

Her zaman şunu söylerim hiç bir zaman yeterince açık bir şekilde zaman üzerine film çekemeyeceğiz, çünkü zamanın ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Bu söylem bu film için de geçerli. Çünkü tesseract’ı her ne kadar anlamaya çalışsak da zamanın fiziksel bir boyut olarak hiç bir zaman tam olarak anlayabileceğimize inanmıyorum. Bu sadece bizim için değil kanaatimce Nolan içinde geçerli.
Nolan’ın “Filmi anlamaya çalışmanıza gerek yok, önemli olan baba ve kızın arasındaki ilişki.” Demesi de  aklında kalan soruları bir kenara atma isteğinden kaynaklanıyor olabilir. Yine de Nolan’a sormak istediğim yüzlerce soru var.
Örneğin;
Cooper kendisinin uzaya gitmesini istemiyorsa, (Bunu “Stay” mesajından çok rahatlıkla anlayabiliyoruz.) neden koordinatları verdi?
Tesseract’in içerisine zaman olmamasına rağmen neden Cooper’ın her davranışı geri alınamaz gibiydi? İstediği an yaşanan diğer bir ana geçip bir şeyleri tekrar değiştirebilirdi? Hadi koordinatları verdi, neden daha sonra değiştirmedi?
Karadeliğe girmeden önce hem uzayın hem dünyanın eş zamanlı gösterildiği sahnelerin de doğru olduğunu düşünmüyorum. Film boyunca uzayda geçen zamanın daha yavaş olduğu anlatıldı duruldu. Şimdi ise uzayda ve dünyada geçen eşzamanlı sahneler izliyoruz. Uzayda o sahne gerçekleşene kadar Tom’un ikinci çocuğu doğar da okula başlar. 


Akılda kalan soruları dışarıda bırakırsak,. Intersteller 2014’ün son demlerinde vizyona girmesine rağmen 2014’ün en iyi filmlerinden biri.  Filmin uzayı konu alması, filmin Gravity ile benzer yapımlar olduğunu düşündürebilir. Bu sizi yanıltmasın.Alfonso Cuaron’u ne kadar seviyor olsam da Gravity, Interstellar’ın yanından bile geçemez.

Her ne kadar yazımın başında Christopher Nolan’ı çok sevmediğimi söylemiş olsam da;
Memento, Imsomnia, The Prestige ve Inception DVD’sini almıştım. Interstellar’ın DVD’sinin çıkmasını da sabırsızlıkla bekliyorum.

Taha Şahin


5 Aralık 2014 Cuma

#31 - Paris, Je T'Aime


Fanusumuzdan bu gün bir çok yönetmeni aynı yapımda buluşturan Paris, Je T'Aime çıktı. 2006 yapımı filmin yönetmenleri arasında Coen Kardeşlerden, Gus Van Sant’e, Alfonso Cuaron’dan Tom Tykwer’a kadar 22 isim bulunuyor. Filmin başrolünde ise Paris bulunuyor.


Proje 20 kısa film olarak planlanmış fakat daha sonar iki tanesi filme eklenmemiş. 18 kısa filmin Paris çatısı altında buluşması sonucu da ortaya oldukça başarılı bir yapım çıkmış. Kısa filmler Paris’in şatafatlı olmayan, görülmemiş yüzlerini, karanlık ara sokaklarını, farklı ırklardan vatandaşlarını anlatıyor.

Öte yandan ortalama 6-10 dakikalık kısa filmler yönetmenlerin sinemalarını çok iyi yansıtmış. Alt kısımda hangi yönetmene ait olduğu yazmasa da örneğin Gus Van Sant’in kısa filmi için “Bunu Gus Van Sant çekmiştir.” diyebilirsiniz çok rahatlıkla. Gus Van Sant’in kısa filmindeki tipler sanki Elephant’dan çıkıp da gelmiş ekrana.


Natalie Portman’ı hiç sevmememe(Taha) rağmen Tom Tykwer’ın Natalie Portman’lı kısa filmi o kadar güzel ki. Günümüz ilişkilerini özetleyen 7 dakikalık bir başyapıt adeta. Yukarıda değindiğim durum Tom Tykwer’ın filmi için de geçerli, filmin Lola Rennt’i anımsattığı söylenebilir.

Bir çok farklı yönetmen bir araya gelince ortaya oldukça değişik duygular çıkabiliyor. Film oldukça neşeli, aynı zamanda bir o kadar dramatik. Bir çiçek dürbünü kadar renkli aynı zamanda ışıksız bir sokak kadar karanlık.


“Paris, Seni Seviyorum.” Mutlaka izlemeniz gereken şahane bir paris kolajı.
Eğer ne izleyeyim diye düşünüyorsanız; Audrey Hepburn’ün de deyişiyle, “Paris is always a good idea.”

Neden izlemeli?
- 22 yönetmenin gözünden Paris’e tanık olmak için.

Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı;


3 Aralık 2014 Çarşamba

#28, #29, #30 - Toy Story Trilogy

Merhaba, bugün fanusumuzdan Toy Story, "Oyuncak Hikayesi" serisi çıktı, fanusu hazırlarken seri filmleri içiçe katlamıştık ki, maraton halinde izleyebilelim.



İlk filmi 1995'te çıkan Toy Story serisi Pixar'ın tamamı bilgisayar yapımı olan ilk uzun metraj filmidir. John Lasseter ilk filmin yönetmenidir.

Filmin teması isminden de anlayabileceğimiz gibi oyuncaklar; oyuncaklarımızın aslında birer obje değil, bizleri seven, biz odada yokken canlanıyorlar! Andy'nin favori oyuncağı Woody'nin Andy'ye yeni gelen Buzz adındaki oyuncağı kıskanmasıyla beraber odanın dışındaki korkunç dünyayla tanışmalarını anlatıyor ilk film.


Film hakettiği gibi şuan klasikler arasında yer alıyor, 2005 yılında ABD Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivinde muhafaza edilmesine karar verilmiş. Pixar'ın tanınması ilk olarak Toy Story sayesinde olması da filmin değerini arttırıyor.


İkinci film 1999'da izleyiciye sunulmuştur. Filmi John Lasseter ve Lee Unkrich ortak yönetmiştir.

Woody kırıldığı için, Andy Woody'yi kovboy kampına götüremez, oyuncaklar yalnız kalır. Bir koleksiyoncunun Woody'yi kaçırmasıyla, oyuncakların geçirdiği macerayı konu alıyor ikinci film.


Bir devam filmi olmasına rağmen ilk filmin başarısını yakalamış ve Pixar'ın en başarılı yapımları arasına girmiş ikinci film de.


2010'da 3 boyutlu olarak çıkan üçüncü ve son filmin yönetmenliğini Lee Unkrich yapmıştır.

Artık Andy büyümüş ve üniversiteye gidecektir. Oyuncaklar tavan arasına kaldırmak üzere torbaya konulunca, çöpe atılacaklarını düşünüp kaçmaya çalışırlar. Woody, soluklarını bir anasınıfında alan oyuncakları Andy'nin onları hala sevdiğine ikna etmeye çalışır.


Çok büyük başarıya imza atan Toy Story 3, tüm zamanların en büyük hasılat elde eden animasyon olmasıyla beraber, 1.012.200.000$ hasılat ile tüm zamanların en çok hasılat eden 6. filmi olmuştur.

Bu filmleri neden izlemeli?
- Pixar'ın oluşmasına, olduğu duruma gelmesine, milyar dolarlar kazanmasına neden olan yapımı izlemek için
- Tamamen bilgisayardan yapılmış ilk uzun metraj animasyonu izlemek için

Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı;

25 Kasım 2014 Salı

#27 - A Case of You


Kat Coiro’nun yönetmenlik koltuğunda oturduğu 2013 yapımı “Case of You” fanusumuzdan bugün fanusumuzdan çıkan ikinci film. Filmin başrollerinde Justin Long ve Evan Rachel Wood bulunuyor.



Genç ve çok başarılı olmayan bir yazarın, kahve dükkanında çalışan kıza aşık olmasıyla yaşadıklarını anlatıyor. 

Case of You, oldukça sıradan, sıradan da öte sıkıcı bir film. Ne oyunculardan, ne senaryodan, ne müziklerden hiçbir açıdan bir çekiciliği yok. Basit romantik komedilerden farksız gelişen hikayesiyle vasatlıkta sınır tanımıyor. Benzerleri gibi şu krokiye tamamen uyuyor film; Başarısız erkek, güzel kıza aşık ol, kızı etkilemeye çalış, kızla kavga, barışma ve kapanış. 



Vaktinizi çok önemsemiyor olsanız dahi izleyecek daha güzel şeyler bulabilirsiniz.
Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı;

#26 - It's a Wonderful Life

Merhabalar, fanusumuza kısa bir süre ara vermek zorunda kaldık çünkü yoğun bir sınav döneminden geçtik. Fakat fırsat buldukça daha fazla film izleyerek arayı kapatmak için elimizden geleni yapacağıız.


Fanusumuzdan bugün “It's a Wonderful Life” çıktı. Türkçe adıyla “Şahane Hayat” 1946 yapımı Frank Capra filmi. Filmin başrollerinde ise Hollywood’un vazgeçilmez jönü James Stewart ve Donna Reed bulunuyor. Frank Capra'nın hem para yatırdığı, hem icracı prodüktörlüğünü yaptığı, hem senaryosuna katkıda bulunup aynı zamanda yönettiği ilk ve son film It’s a Wonderful Life olmuştur. Ayrıca Capra, filmleri arasında en sevdiğinin bu olduğunu dile getirmiştir.


Dünyanın en ünlü noel filmlerinden olan Şahane Hayat, fantastik bir dram. Yılbaşı arifesinde herkesin hakkında iyi dileklerde bulunması sonucu hayatı değişen George Bailey’in yaşadıklarını anlatıyor film.

"Ne ekersen onu biçersin" temalı olan film, bu kadar uzun olmasa ne zaman mutsuz olsanız size yetişen başucu filmi olabilir. Film arkadaşlarınızın, arkadaşlığın ne kadar önemli olduğunu vurgularken, "ben olmasam etrafımdaki insanlar nasıl etkilenirdi acaba" diye kendinizi sorgulatıyor.


Daha sonradan renklendirilmiş olan filmi, ister siyah beyaz, ister renkli olarak izlemeniz mümkün.

Bu filmi neden izlemeli?
- Klasik bir noel filmi olduğu için
- Yılına göre çok akıcı bir hikayesi olduğu için

Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı;