29 Eylül 2014 Pazartesi

#17 - My Fair Lady


Fanusumuzdan bugün, 1964 yapımı “My Fair Lady” çıktı. Türkçe’ye “Benim Güzel Meleğim” olarak çevrilen müzikalin yönetmeni George Cukor. Başrollerinde ise Audrey Hepburn ve Rex Harrison bulunuyor. Film, Bernard Shaw’ın Pygmalion isimli oyunundan esinlenerek yapılmış. 


Konu Yeşilçam’dan oldukça aşina olduğumuz bir konu. Zengin ve/veya başarılı erkek, fakir ve/veya köylü kız. Zengin erkeğin, fakir kızı modernleştirmesi sonucu aşık olmasını anlatıyor film. Filmde Rex Harrison zengin bir dilbilimci. Audrey Hepburn ise fakir çiçekçi kız. Rex’in amacı, 6 ay içerisinde Audrey’in aksanını düzeltip kraliyet balosuna katılmasını sağlayabilmektir, şaşırılmayacak bir şekilde Rex ile Audrey birbirine aşık olur.



Film başta En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Yönetmen olmak üzere toplam 8 Oscar kazanmıştır. Genel olarak eğlenceli ve izlenilebilecek bir film olan My Fair Lady’nin, küçük problemlerinden birisi fazla uzun olması 3 saate yaklaşan süresiyle, film uzadıkça uzuyor. Ve müzikal sahnelerde Audrey Hepburn’un söylemesi gereken şarkıları başkası seslendirmiş bu biraz göze batıyor. 

Bu filmi neden izlemeli? 
- Audrey Hepburn oynadığı için
- 8 oscarlı bir müzikal olduğu için


Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı;


28 Eylül 2014 Pazar

#16 - The Sisters


Günlerden pazar olunca, e bir sürelik de eksiğimiz olunca, bir film daha izlemeye karar verdik, sonuçta pazar günleri evde oturup film izlemek içindir. Fanusdan çıkan yeni film; “Sisters”.  Anton Çehov’un “3 Kız Kardeş” adlı kitabından uyarlanan “Kız Kardeşler” 2005 yapımı ve yönetmenliğini Arthur Allan Seidelman üstleniyor. Filmin oyuncu kadrosu ise bir hayli kalabalık, Elizabeth Banks, Maria Bello, Erika Christensen, Mary Stuart Masterson kadrodaki isimlerden bazıları.


Film, 4 kardeşin birbirlerine tutunma mücadeleleri ve bu konuda pek de başarılı olamayışlarını başarılı bir şekilde işliyor. Film birkaç mekan dışında genelde tek bir mekanda geçiyor. 


Filmdeki oyunculuklar oldukça ve oldukça başarılı özellikle Maria Bello, müthiş bir performans sergiliyor. Ayrıca filmdeki replikler harika, bunun sebebi belki de Anton Çehov’un eserinden uyarlanmasından kaynaklanmaktadır. Film, Çehov’un hikaye tarzına çok uygun bir şekilde uyarlanmış. Kardeşlerin yaşadığı trajik olaydan çok trajik durumu anlatıyor. Filmde birkaç beğenmediğimiz nokta da var. Filmde çok fazla flashback kullanışmış bu da filmi biraz ucuzlaştırmış.


Bu filmi neden izlemeli?
- Çehov tarzı hikayenin sinamaya yansımasını görmek için
- Maria Bello’nun performansı için

Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı;

#15 - Aladdin


Bugün fanustan çıkan film Disney'den "Aladdin", 1992 yapımı Aladdin Disney'in en ünlü hikayelerinden birine sahiptir, seslendirmelerini Scott Weinger, Robin Williams ve Linda Larkin yapmıştır. Muhteşem müziklerinin bestesi ise Alan Menken'a aittir.


Hikayesini hemen hemen herkes biliyordur, fakir bir sokak çocuğu olan Aladdin, şans eseri Sihirli Lamba'yı ele geçirir ve içinden çıkan Cin sayesinde istediği 3 şeye kavuşabilecektir, tabi Cin'in yasakladığı 4 şey hariç, birini öldüremez, ölü birini diriltemez, kimseyi kimseye aşık edemez ve daha fazla dilek hakkı dileyemez. 


Müziklerinden özel olarak bahsetmek istiyoruz. Ana tema şarkısı olan "Arabian Night" filmle o kadar uyumludur ki bir söz söylemek imkansız, "A Whole New World" şarkısıyla gezip aşık olurken, "Prince Ali" şarkısında yerimizde duramayız. Ayrıca Menken Aladdin'in film müzikleriyle iki Oscar ödülü kazanmıştır.

Cin'imiz kıpır kıpır, yerinde duramayan, sürekli kılık değiştiren, neşeli biridir. Robin Williams'ın da yorumuyla çok sevdirmiştir bize kendisini. Bazılarının söylediğine göre Maske karakteri, Cin'den esinlenilmiştir.


"Seni özleyeceğim Cin."
Robin Williams'a saygılarımızla...

Bu filmi neden izlemeli?
- Disney'in en güzel filmlerinden birini izlemiş olmak için
- Mükemmel müzikleri için

Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı;

26 Eylül 2014 Cuma

#14 - Vanilla Sky


Fanusumuzdan çıkan bugünkü film, 2002 yapımı “Vanilla Sky”. Vanilla Sky, 1997 yılında Alejandro Amenábar tarafından çekilmiş olan “Aç Gözünü” adlı filmin yeniden uyarlamasıdır. 2002 yapımı Vanilla Sky, Cameron Crowe tarafından yönetilmiştir ve başrollerinde Tom Cruise, Penélope Cruz, Cameron Diaz, Kurt Russell, Tilda Swinton gibi ünlü isimler bulunur. Penélope Cruz, filmin 1997 yılında da 2002 yılında da oynamış ve aynı karakteri canlandırmıştır. 


Filmde David başarılı, zengin ve yakışıklı esas oğlanı canlandırıyor. Hayatında her şey mükemmel bir şekilde ilerlerken Sofia’ya aşık olur ve eski sevgilisi ile arası bozulur. Devamında geçirdiği trafik kazası hayatını değiştirir. 

 Film yarattığı ütopik dünyayı çok iyi yansıtıyor. Sıradan bilim kurgu filmlerinin ötesine çok rahat geçiyor. Gerçe yönetmen bunun için oldukça çabalamış görünüyor. Filmin yıldız Hollywood kadrosu bunun en büyük göstergesi. Filmde Tom Cruise’un Times Meydanında yürüdüğü bir sahne var. Bu sahnede Times Meydanı tamamen boş ve Tom Cruise tek başına yürüyor. İzlerken bu sahnenin bilgisayar yapımı olduğunu düşünüyor izleyici fakat özel bir izinleTimes Meydanı bir Pazar günü 3 saatliğine boşaltılmış ve çekime temin edilmiş. Filmin jenerik müziğini Paul McCartney film için yazıp yorumlamış. 



Film adını Monet’nin Seine at Argenteuil adlı tablosundan almış. Bu tabloda gökyüzü “vanilya” rengi. Ve film boyunca gökyüzü genel olarak vanilya tonlarında.



Bu filmi neden izlemeli?
- Tom Cruise ve Penélope Cruz'un arasındaki kimyayı görmek için

Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı;


Film Fanusu Robin Williams Box Set Hediye Ediyor!

11 Ağustos 2014'te vefat ederek hepimizi şaşırtan Ölü Ozanlar Derneği, Can Dostum, Jumanji, Günaydın Vietnam gibi filmlerle adını duyurmuş, Oscar ödüllü, neşeli, usta oyuncu Robin Williams anısına bu 5 filmlik seti çekilişle size hediye ediyoruz. 

Sette bulunan filmler;
- Patch Adams
- Aşkın Gücü
- Can Dostm
- Yılın Başkanı
- Insomnia

Kazanmak için tek yapmanız gereken bu tweeti retweet etmek.



Retweet yapan herkesin ismini yazıp fanusa atacağız, ve fanustan çıkan isim seti kazanacak.
Çekiliş tarihi; 01.10.2014

25 Eylül 2014 Perşembe

#13 - Catch Me If You Can


Uzun bir aradan sonra fanusa tekrar yöneldik ve çıkan filmimiz 2002 yapımı “Catch Me If You Can”, Türkçe çevirisiyle “Sıkıysa Yakala”. Filmin yönetmeni Steven Spielberg, başroller ise Leonardo DiCaprio, Tom Hanks ve Christopher Walken. Film Frank Abagnale Jr.’ın otobiyografisinden uyarlanmış sevimli bir film, ayrıca Abagnale’i filmde fransız polis olarak görüyoruz. 



Bir dolandırıcı olan Frank, film boyunca tüm dünyayı dolandırıyor. Kimi zaman pilot oluyor, kimi zaman bir doktor kimi zamansa bir avukat. Orijinallerinden ayırt etmesi imkansız olan milyonlarca dolarlık çekler yapıyor. Ve bunları yaparken kendisi henüz daha 19 yaşında bile değil.



Filmin baş rollerinde Tom Hanks ve Leonardo DiCaprio olunca ve bu filmi Spielberg yönetince, film hakkında fazla bir şey söylemeye gerek kalmıyor. (Kaldı ki, Tom Hanks’i de, Spielberg’ü de sevmem. –Taha) Genel olarak eğlenceli ve izleyiciyi içine çeken bir yapım Sıkıysa Yakala. Ek olarak filmin soundtrack’i çok başarılı, bestesi John Williams’a ait.


Bu filmi neden izlemeli? 
- Frank Abagnale'in oldukça neşeli ve heyecanlı yaşamına tanık olmak için 
- Bir Spielberg filmi izlemek için 
- Leonardo DiCaprio için

Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı;



23 Eylül 2014 Salı

Fanus Dışı #4: Les Amours Imaginaires Film İncelemesi

Biz Ayrı Dünyaların Aşıklarıyız

Çektiği ilk filmiyle, Cannes’da büyük yankı uyandıran “Sinemanın Genç Dâhisi” olarak nitelendirilen Xavier Dolan, 89 doğumlu Kanadalı yönetmen, şu sıra altıncı filmi üzerinde çalışmakta.

İlk filmi “J’ai tué ma mére” (Annemi Öldürdüm), Cannes’dan 3(üç) ödülle döndü.
İkinci filmi  “Les Amours Imaginaires” (Hayali Aşklar), Cannes’da ödüle layık görüldü.
Üçüncü filmi “Laurence Anyways” yine Cannes’da hayal kırıklığı yaşatmadı.
Dördüncü filmi “Tom at the Farm” (Tom Çiflikte) da farklı bir tarz denedi ve bir kez daha kendini ispatladı.
Beşinci filmi “Mommy”  ile Cannes 2014’de Nuri Bilge’nin “Kış Uykusu”na rakip oldu, Altın Palmiye için yarıştı.

Dolan’dan “oscarlık” filmler bekliyorsanız, izlememelisiniz.
                O festival çocuğu.

İkinci filmi ‘Les Amours Imaginaires’de de ‘J’ai tué ma mére’deki gibi imkansız aşklar üzerinde duruyor Xavier Dolan. Bunu bu sefer, ‘imkansız aşk’ ın evrelerini –belki de sebeplerini- göstererek yapıyor.

Film bir ana episod ve 6 ara episod olmak üzere 7 kısımdan oluşmakta. Filmin ana episodunda Dolan, kendisi başrol oynarken ona Marie rolünde Monia Chokri, Nicolas rolündeyse Niels Schneider eşlik etmekte.

EPİSOD 1 – İmkansız Aşk: Hayali Aşklar.  Hayali Aşıklar.

Arkadaşlığımızın önüne ne geçebilir?
Arkadaşlığımızı ne bozabilir?
Ya da
bozabilir mi?


“Aşk dostluğun önüne geçebilir mi?” biraz bu soru etrafında biçimlenen ana bölüm; iki yakın arkadaşın aynı çocuğu elde etme sürecini gösteriyor bize. Zaman zaman hırs ve çekişme hakim olsa da durumlar hiçbir zaman çirkinleşmiyor.  


Filmin başındaki giriş episodlarının aksine, Dolan karakterlerini, 3. gözle arkadan bir çekimle tanıtıyor bize. Bu çekim, ne çoğu filmde kullanılır ne de çok sevilir. Zaten tiyatro geleneğine göre de, oyuncu izleyiciye arkadaşını çok sık dönmez. Ancak Dolan’ın karakterleri sanki bizden bir şey saklıyor.

Hırs?
Tutku?
Mutsuzluk?

Ardından, arkadaşları arasındaki sarışın yakışıklı oğlan hakkında konuşmaya başlıyorlar. Beğenmediklerini dile getiriyorlar. Tıpkı istediği şeyi kötüleyen çocuk gibiler.
Sevdiği kızın saçını çeken küçük oğlan gibi.

Ancak gizledikleri ‘arzu’ Nicolas’dan gelen davetiye ile açığa çıkıyor. Sevinçlerini çok net anlayabiliyoruz. Francis’in endişeli halinden; çekingenliğini, Marie’nin keskin tavırlarından; hırçınlığını seziyoruz.


İki karakter de filmde sık sık ayna karşısına geçiyor, sinematografik olarak ayna; kendinle yüzleşmeyi temsil eder. Nicolas’ın ayna sahnelerinde aynaya uzun süre bakmaması sürekli kafasını eğmesi, kabullenmekte zorlandığı özelliklerini olduğunu gösteriyor. Marie’nin ise gözlerini aynadan ayırmadan kendini izlemesi, keskin tavırlarıyla da birleşince hırslı bir karakter olduğunu çıkartıyor ortaya. Üçlünün ilk kafe sahnesinde ağırlıklı olarak Marie-Francis çekişmesine şahit oluyoruz. Daha doğrusu Francis ve onunla çekişen Marie’ye. Dağ evine gitmeleriyle birlikte başta tek taraflı olan bu çekişme, Francis’in tarafından da alevlenmeye başlıyor. Çekişme zaman zaman yerini uslanmaz bir yarışa, elde etme mücadelesine bırakıyor. Nicolas’ın ise ‘geniş’ tavırları, bu ortamı iyice geriyor.


Nicolas’ın saklambaç sahnesinde ve Francis’e yanaştığı diğer sahnelerde, Francis’deki gerilim ve endişeyi çok net okuyabiliyoruz bakışlarından. Marie’yi tiyatroya davet ettiğinde ise, sahip olduğu endişeyi bir kez daha görüyoruz davranışlarında. Ancak Francis, kırılgan ve naif bir karaktere sahip olduğundan, içsel olarak yaşıyor bu endişeyi, gerilimi. Marie ise daha hırçın bir karakter. Nicolas ile Francis’in yakınlaşmasının farkına varmakta, ancak buna göz yummak istememekte ve bunu davranışları ile belli etmeye çalışmakta. Bu yüzden davranışları keskin ve acımasız. Sahip olamadığı Nicolas’ı, Francis’e kaptırmamak için, Francis’i yıpratmaya bile hazır. Bunu doğum günü sahnesinden çok net anlayabiliyoruz. Francis’i önce övüp, sonra aldığı hediyeyi beğenmeyerek Francis’in kafasını karıştırmayı, belki psikolojik olarak yıpratmayı amaçlıyor. Aralarındaki bu hırs ve gerilim o kadar belirgin ki, birisi saçları ile uyum sağlaması için kazak alırken öteki saçlarını kapatsın diye şapka alıyor.


Doğum günü sahnesi filmin en çarpıcı sahnesi kesinlikle. Nicolas annesi ile dans etmektedir. Francis ve Marie ise onları izlemektedir. Başta arkadan gördüğümüz karakterleri bu sefer önden görmekteyiz. Şarkı ile birlikte başlayan “yanan-sönen” ışıklar, sanki bastırılmış duyguları açığa çıkaran bir büyü. Her yanan ışıkta arzular gün yüzüne çıkmakta, her sönen ışıkta bastırılmakta, karanlığa itilmekte. Tutku boyutuna dönmüş arzuları bakışlarda, aynı zamanda ışıkla araya giren görüntülerde anlamaktayız.


Marie’nin filmin başında “Adonis kılıklı herif” diye nitelendirdiği Nicolas’ı Adonis heykeli olarak görmesi, Francis’inse tek vücut olmuş çizimlerle arzusunu nitelendirmesi oldukça çarpıcı. Öte yandan, Francis ve Marie’nin arkasındaki lezbiyen ve gey çift, Dolan’ın aşka çaktığı bir selam olarak nitelendirilebilir. Partinin ardından, Marie ve Francis Nicolas’ta kalmıştır. Sabah Nicolas yazlık eve gitmeyi önerir. Marie işe gitmelidir fakat Nicolas, arayıp hasta olduğunu söylemesini ister. Marie bir monolog şeklinde; konuşmayı canlandırır.

“Alo, Marie arıyor. Ben hastayım.
Alo, hasta arıyor. Ben Marie’yim.”

Bu replik aslında Marie’nin psikolojisini çok açık bir şekilde dile getirmekte. Sahip olduğu tutkunun hastalık boyutuna ulaştığının kendisi farkında olmasa da, bize bunu repliği ile hissettiriyor. Francis’in arzusunun cinsel aşamasını hissettiğimiz bir mastürbasyon sahnesi mevcut. Francis, Nicolas’ın kıyafetleriyle birlikte mastürbasyon yapmaktadır. O sırada, kapı çalar ve Nicolas’ın annesi gelir. Nicolas’ın annesi, Francis’e hitap ederken ismini yanlış söylemektedir. Freud’a göre, bir bireyin birine hitap ederken ismini yanlış söylemesi, bir sebepten dolayı ondan hoşlanmadığını gösterir. Nicolas’ın annesinin Francis’e François demesinin sebebi de bu olsa gerek. Çünkü konuşmanın ilerleyen kısımlarında da oğlunun kızlarla olan ilişkilerinden bahsetmekte anne. Buradan yola çıktığımızda ise, Francis’e karşı olumsuz bir tutumu olduğunu, bunun sebebinin oğlu ile yakınlaşması olduğunu, oğlunun homoseksüel olmasından rahatsızlık duyabileceğini açıkça anlıyoruz. Yazlık eve gittiklerinde kahvaltı sırasında, Marie’nin –istemeden de olsa-Audrey Hepburn’den bir replik kullanması sonucu Nicolas Audrey Hepburn’e bayıldığını dile getirir. Marie bunu yeni öğrenmektedir, ancak Francis’in bunu çoktan bildiğini bakışlarından anlarız. Ki hatırladığımız gibi, filmin başında Francis, Nicolas’a Audrey posteri hediye etmişti.


Marie, Francis’in bakışlarının hala umut dolu olmasından, onu yıpratamayacağını anladıktan sonra artık Nicolas’ı uyarma aşamasına geçmiştir. En yakın arkadaşının eşcinsel olduğunu ve Nicolas’ın ona yakınlaşmasını yanlış anlayacağını direk dile getiremeyen Marie, Francis için “hassas biri” demeyi yeterli bulur. Ancak, Marie artık olayı kontrol edememektedir ve Nicolas ve Francis’in gece boyunca birlikte olduğunu öğrendiği sabah, eşyalarını toplar ve gitmeye karar verir.



Bu sırada Francis ile tartışmaya başlar, bu sahneler oldukça etkileyicidir. Bu tartışma sırasında, Nicolas sıkıldığını ve dönmek istediğini dile getirir. Bu ikisinin de birden donmasına ve her şeyin farkına varmalarına sebep olur. Ancak artık aşk, mantıklarının ötesindeki tek gerçek olmuştur. Dolan’ın filmin başında Alfred DE MUSSET’den yaptığı “Mantığın ötesindeki tek gerçek aşktır” alıntısı artık daha anlamlı oluyor. Daha sonra, Marie ve Francis’in sancılı süreçlerine tanık oluyoruz. Özellikle Francis’in Nicolas’a ulaşma ve aşkını itiraf etme sahnesi çok başarılı. Hızlı konuşmasından, sert tavrından ve sürekli yere bakmasından, umut dolu Francis’in artık endişe dolu olduğunu anlıyoruz aslında. Ve ilk kez Francis, sanki eşcinsel olmaktan rahatsızmışçasına mutsuz. Bize bu sahnede film boyu ayna karşısında baktığı işaret tablosunu da açıklıyor.
                Her reddedilme için bir tane.
                Her biri için.
                               Hatta Nicolas için bile.
Marie ise Nicolas ile yolda karşılaşıyor. Ancak Nicolas’ın umursamaz tavırları karşısında bir kez daha yıkıma uğruyor. Nicolas “fırında yemeğim var.” bahanesiyle yanından kaçtıktan sonra, sigarasını bile yakamayacak duruma gelen Marie, terkedilmeyi kabullenememişliği yaşıyor sanki. Sonrasında gelişen kabullenme ve unutma evrelerinin ardından Marie ve Francis tekrar eski dostluklarına dönmeye çabalıyor. Ve başarıyorlar da.
Birlikte yağmurda yürüdükleri şemsiye sahnesi, görsel açıdan kusursuz sayılabilir.


Bir yıl sonra.
Finaldeki parti sahnesinde ikili tekrar Nicolas ile karşılaşır ve Nicolas hiçbir şey olmamış gibi yanlarına gelir. Nicolas’ın konuşmaya başlamasıyla birlikte Francis “adlandıramadığım” bir hareket sergiler. Bir kasılma, bir iğrenme. Bir aşağılama. Nicolas’tan ne kadar nefret ettiğini kusar bir şekilde. Ve Francis gitmek zorunda kalır.  Sonrasında, Marie ve Francis “yeni gözdeleri”ne doğru yol alır. Bize göz kırpan bu çocuk, Dreamers’ın Theo’sundan başkası değildir.


Ana episod içerisinde değinmek istediğim bir şey daha var.
 Sevişme sahneleri. Dolan filmin içerisinde iki tanesi Marie’ye, iki tanesi de Francis’e ait olan “renkli” sevişme sahneleri eklemiş ve bu deneyimi klasik müzikle taçlandırmış.

Kırmızı, Marie.


Marie’nin ilk sevişme sahnesi, kırmızı renkte. Bildiğimiz gibi kırmızı, cinsellikle direk bağlantısı olan bir renk. Şehvet, aşk ve kanı temsil eden bir renk. Marie’deki arzuyu anlatmak için seçilebilecek en güzel renk belki de kırmızı. Öte yandan sevişme sahnelerinde klasik müzik kullanılması çok etkileyici ve çarpıcı. Müziğin ritmine uygun bir şekilde yavaşlatılmış sahneler, şehvetle akıp gidiyor.

Yeşil, Francis.



 Francis’in ilk sevişme sahnesi ise yeşil renkte. Koyu yeşil. Koyu yeşil erkeksiliği temsil eden bir renk. Aynı zamanda çekingen ve tutucu bir anlamı da mevcut. Francis’in karakterindeki çekingenliği düşününce aslında seçilen rengin neden yeşil olduğunu anlamak hiç de zor değil. Sevişme öncesinde partneri ile konuşuyor Francis. Partneri bir dergideki,“Hayalizdeki Erkek” adlı testi okuyor. Francis’ten hayalindeki erkeği tanımlamasını istiyor. Francis ilk başta biraz çekiniyor, belki de ürküyor istediğinden, hayalindekinden. Başta farklı birini tanımlıyor gibi görünse de yaptığı tanım, Nicolas’tan başkası değil.

Sarı, Marie.


Marie’nin ikinci sevişme sahnesi. Nicolas tarafından terkedildikten sonra. Sarı renkte.  Soluk sarı. Çürümeyi, hastalığı, kıskançlığı temsil etmekte. Marie’deki çürümeyi, hastalığı ve Marie’deki kıskançlığı. Konuşurken gözleri doluyor. Sürekli sigara içiyor. Mutsuz olduğu her halinden belli. Partneri bunu anlayıp, iyi olup olmadığını soruyor. İyi değil.

Mavi, Francis.


Francis’in Nicolas tarafından reddedildikten sonraki sevişme sahnesi mavi renkte. Koyu mavi yalnızlığı ve üzüntüyü simgeler. Sahne boyunca ağlayan Francis’ten bunu anlamak hiç de zor değil doğrusu.

EPİSOD 2 – İmkansız Aşk: Platonik Aşk ( #Konuşmacı 1)

İmkansız aşkın, yalnızlık ve platonik aşk evresi. Dolan platonik aşık karakter için, pek de ‘güzel’ olmayan bir oyuncu tercih etmiş. Bu sayede, karakteri aslında sevmememizi, onu yalnız hissetmemizi istiyor. 


Konuşmacı, konuşmaya başladığında hepimizin bildiği şeylerden bahsetmeye başlıyor. Çok özeleştirisel bir tespitle “Her zaman, mesajlarıma daha geç cevap veren o küstaha aşık olurum.” diyor. Kadın bunları anlatırken, boğazında düğümlenen tükürük, zaman zaman ağzının kuruyup sesinin kısılması ona üzülmemize, acımamıza sebep oluyor. Ancak sadece acımamıza sevmemize değil. Konuşmacı ekranda tekrar göründüğünde, bize platonik aşkından bahsediyor. ‘obsesyon’a dönüştürdüğü platonik aşkından. Aşık olduğu çocuğa karşı önlenemez bir saplantıya sahip, hatta bunu kendisi de “sapıkça bir durum” olarak nitelendiriyor. 


Konuşmacı, takıntı haline getirdiği platonik aşkından bahsederken en çarpıcı ve en rahatsız edici sahnelere geliyoruz, bunu ses tonundaki hüzünden, anlatırken ki kendine acıma ifadelerinden anlayabiliriz. Sevdiği çocukla, aynı ortamda bulunduğundaki ve bulunmadığındaki davranışlarından bahsediyor. Burada izleyici ile direk göz temasları kurarak, anlattıklarına bizi de dahil etmek istiyor. Ediyor da. Kimse; hoşlandığı biri ile aynı ortamdayken ona adapte olmadığını ve eğer her zaman takıldığı yerde yoksa neden orda yok diye düşünmediğini söyleyemez. Karakter anlattıkları ile bizi yakalıyor ve neden başta sevmediğimizi daha iyi anlıyoruz. Bizi anlatıyor. Konuşmacı, son kez ekrana geldiğinde sevdiği çocuğa açılma sürecinden bahsediyor. Dolan bunu kesin bir sonla bağlamamış, sanki bize bırakmış gibi görünmekte. Ancak hepimiz kızın reddedildiğini düşünüyoruz. Hatta biliyoruz. Dolan’ın bu konuşmacıda kamerayı zaman zaman çok hızlı kullanmış, söylediği bir kelime ile ekrana yaklaşan başka bir kelime ile ekrandan uzaklaşan hızlı hamleler mevcut. Bu da aslında, karakterin ruh halindeki iniş ve çıkışlardan, ani tepkilerden kaynaklı.

Öte yandan karakteri, Francis ve Marie ile benzetmek çok yerinde olur. Konuşmacı 1, Filmde Marie ve Francis’i sembolize etmekte.

 EPİSOD 3 – İmkansız Aşk: Homofobi (#Konuşmacı 2)

Konuşmacı, ekrana homofobik söylemler ile giriyor. Ve söylediklerinin ardından daha da homofobik bir soru yöneltiyor; “Eğer arayıştaysan meme mi tercih edersin, penis mi?” Soruyu ekrana yöneltiyor yani sana, bana.


Konuşmacı, bir kez daha ekrana geldiğinde iste seksistliğini bir yana bırakıp “Heteroseksüel isen, heteroseksüelsindir. Gey isen, gey.” şeklinde bir tespit yapıyor. Kafamızda, konuşmacının seksist değil, homofobik olabileceği algısı uyanıyor.

Konuşmacı, üçüncü kez ekrana geldiğinde iste Kinsey’in Cinsel Eğilim Cetvelinden bahsediyor.

0. Sadece heteroseksüel
1. Ağırlıklı olarak heteroseksüel, tesadüfi homoseksüel
2. Ağırlıklı olarak heteroseksüel, tesadüften fazla homoseksüel
3. Biseksüel
4. Ağırlıklı olarak homoseksüel, tesadüften fazla homoseksüel
5. Ağırlıklı olarak homoseksüel, tesadüfi homoseksüel
6. Sadece homoseksüel

Konuşmacı dereceleri sayarken ki vurguları ve “tesadüften fazla homoseksüel” derecesini sayarken arkadaşına “senin gibi” deyip dalga geçmesi, karakterin homofobik bir karakter olduğu konusundaki fikrimizi kesinleştiriyor. Ve ardından yine konuşmacı kameraya bir soru yöneltiyor.

“Peki sen bu ölçeğin neresindesin?”


Konuşmacı, bir arkadaş buluşmasını anlatıyor. Julie adındaki arkadaşı ile birini bekliyorlar. Bekledikleri kişi geç kalmış. Bekledikleri kişiyi “yakışıklı ve uzun boylu” olarak betimliyor bize. Ve ardından bekledikleri kişi geliyor. Yanında bir erkek olduğunu, hatta onun da uzun boylu ve yakışıklı olduğunu söylüyor. Bunun ardından Julie’ye bakıp, “Bir erkekle birlikte geldi!” diye şaşkınlıkla baktığını söylüyor. Bunları söylerken ki ses tonundaki aşağılama; son derece rahatsız edici. 

Homofobik karakterimiz, filmde Nicolas’ın annesini, belki biraz da Nicolas’ı temsil ediyor.

EPİSOD 4 – İmkansız Aşk: Terk edilme (#Konuşmacı 3)


Konuşmacı 3, bize bir şeyler anlatıyor. Kedisi Marilyn’i. Kaybolmuş.
Kayıp mı olmuş,
gitmiş mi?
Peki giden sadece kedisi mi?
Dolan, bu konuşmacı ile imkansız aşkın, terk edilme evresine odaklanıyor. Terk edilmeyi gururuna yediremeyen, kabullenemeyen bir kadınla gösteriyor bize. Konuşmacı ekrana bir kez daha geldiğinde, bitmiş ilişkisinden bahsediyor bize. Biraz kendini avutmaya çalışırcasına. Kadının sesinden, bakışlarındaki hızlı kaçamaklardan, gözlerini büyüterek konuşmasından ve sık sık “Nasıl olur bu” tadında tebessümlerinden ne kadar acı çektiğini anlıyoruz. Aşık olduğu adamın özelliklerini saydıktan sonra, “Artık yoktu.” repliği bir çok şeyi özetliyor. Replikle birlikte kameranın ani yakınlaşması ve ani uzaklaşması kadının psikolojisindeki iniş-çıkışların en büyük göstergesi. Dolan bunu çok iyi kullanıyor. Kamera hareketleri ve çekim teknikleri ile duyguya girmemizi sağlıyor. Filmin finalinde konuşmacı Marie ve Francis ile birlikte görülür. Terk edilmişliği sembolize eden bu kadının, Francis ve Marie ile olması oldukça ironiktir.

EPİSOD 5 – İmkansız Aşk: Unutamamak (#Konuşmacı 4)


Ekranda yeni beliren konuşmacı, yeni görüşmeye başladığı flörtünden bahsediyor bize. Mutlu ve neşeli. Ancak neşesi eski sevgilisi ile karşılaştığı ana gelince acımasızca mutsuzlaşıyor. Huzursuzca eski sevgilisini anmasını, eski duygularını tekrar etmesini görüyoruz. Anlıyoruz ki, hayali aşk’ın “unutamama” evresindeyiz.
Konuşmacı 4, yeni flörtünden aldığı yeni mektubu okuyor bize. “Sevgili Julien.” diye başlıyor mektup, Julien mektubu sesli olarak okur. Pek anlam veremez, kafası karışmıştır. Kafasını karıştıranın eski sevgilisi ile karşılaşmak olduğunu anlıyoruz. Julien mektubu bitirdiğinde ekrana boş boş bakıyor, etrafına göz gezdiriyor. Bir şeyler anlamaya, bir şeylere anlam yüklemeye çalışırcasına. Julien’in bu bakışları, aşkın başıboş ve kafası karışık halini anlamak için oldukça önemlidir. Dolan gerek bu konuşmacıda, gerek diğer konuşmacılarda, yapabileceklerini doruk noktalara çıkarmıştır. Julien bizimle çok az birlikte olur ancak jest ve mimiklerinden çok iyi anlarız ne olduğunu, ne demek istediğini. Kaldı ki, anlatıcı kullanılan durumlar her zaman daha az sevdirir kendini. Ancak Dolan’ın bu sahneleri bunun bir istisnası sayılabilir. Şaşalı dekorlar ve efsanevi görüntülerden uzak, karşımızda oturan biri işte bu şekilde bağlayabiliyor bizi kendine.  Unutamama evresi, Marie’nin Nicolas ile yolda karşılaştığı sahnede çok net hissedilmektedir.

EPİSOD 6 – İmkansız Aşk: Unutmak (#Konuşmacı 5)


Konuşmacı 5, ekranda en az kalan konuşmacı. Bize unuttuğu eski sevgilisinden bahsediyor.
Unuttuğu mu, unutmaya mı çalıştığı mı?
Meçhul…
Konuşmasının ilk kısmında unutma evresindeki zorluklardan bahsediyor bize. Neler yaşadığından, neler yaşandığından. Çok uzak değil anlattıkları bize. Aslında biraz da Marie ve Francis’in terk edildikten sonraki aşaması. Dolan’ın bu konuşmacıya kısa bir bölüm ayırması, unutmanın uzunluğuna yaptığı bir gönderme olarak düşünülebilir. Hızlıca. Çabukça. Anlatılan, unutulan. Unutulmaya çalışılan.  Konuşmacı anlatıyor her ne kadar memnun olmasa da, unutmaktan memnunmuşçasına.

EPİSOD 7 – İmkansız Aşk: Sebepsiz Sevgi (#Konuşmacı 6)

Konuşmacı 6, kafede sevgilisini beklemesini paylaşıyor bizimle. Gelmediği her dakika akla gelen başka bir endişeyi anlatıyor. Bu süreçte çok samimi ve çarpıcı bir itirafta bulunuyor.


“Ben zayıf biriyim.
ve eğer birine çok fazla değer vermişsem
benim için o daima haklıdır.”
Aslında bu karakterin itirafı değil hepimizin itirafıdır. Bize bizi anlatıyordur. Söylediklerinden ondan bu kadar etkileniriz. Dolan, sebepsiz sevgiyi anlatıyor bize bu söyleminde.
Sebepsiz sevgiyi.
Sebepsiz aşkı.



En iyi dileklerimle,
Francis ve Marie’ye.
Taha Şahin
Temmuz, 2013.
(Düzenleme Temmuz, 2014.)

Ayrıca bakabilirsiniz:





Film Fanusu, Beyaz Perde #1: Grace of Monaco


Zerafeti, kabarık elbiseleri ve inci kolyesiyle Hollywood’un naif prensesi Grace Kelly’nin, politika, siyaset ve taht oyunları içerisinde Monaco’nun prensesine dönüşmesini anlatıyor “Grace of Monaco”. Güzeller güzeli Grace Kelly’i güzeller güzeli Nicole Kidman canlandırıyor. Daha önce, ilk defa Grace Kelly filmi izlerken (Rear Window), “Nicole Kidman’a ne kadar benziyor.” demiştim ve şimdi yıllar sonra Grace Kelly’i Nicole Kidman’ın canlandırdığını gördüğümde içimde tatlı bir sevinç oluşmadı değil. Bu bakımdan oyuncu seçimi kusursuz olmuş. Kidman zarifliği, Kelly zarifliğini çok iyi yakalamış. 



Hepimiz düşünürüz ki, sarayda her gün balolar, mutlu hayatlar, parayla dolu havuzlar, her yerde hizmetçiler... Ama bu tür filmler yüzümüze farklı bir gerçekliği vuruyor, sorumluluğu. Geçen sene izlediğimiz “Diana” ve bu sene izlediğimiz “Grace of Monaco”, ihtişamlı hayatlarına özendiğimiz, zerafeti, güzelliği temsil eden Prenses Diana ve Prenses Grace’in aslında ne kadar mutsuz olduklarını gösterdi bize. Grace’i filmin ilk yarısında o kadar mutsuz görüyoruz ki, prense kızmaya, nefret etmeye yöneliyoruz, ama diğer yandan prens o kadar zor durumda ve baskı altında ki ona da kızamıyoruz.

Film bir Grace Kelly biyografisi değil. Sadece Grace Kelly’nin “Monaco Prensesi” olma sürecinde yaşadığı güçlüğü anlatıyor; beyaz perdeye olan özlemini, prenses olmanın getirdiği yükümlülükleri ve Monaco Prensi Rainier ile olan evliliğini. Söylemeden geçemeyeceğim, filmde prensi canlandıran oyuncu ne karizmatik ne de yakışıklı, haliyle merak edip gerçek prens nasıl acaba diye bir bakındım, gerçek prensin de filmdekinden pek bir farkı yok. Hatta filmdeki yakışıklı bile gelmeye başladı gerçeğini görünce. Grace Kelly gibi etrafa güzellik saçan bir kadının kendine beyaz atlı prens olarak bu prensi seçmesi çok şaşırtıcı. “Yaa demek gerçekten aşık oldu.” demek geliyor içimden fakat filmi izledikten sonra bunu da diyemez oluyorum. Genel olarak başarılı ve güzel bir film olmuş Grace of Monaco. Güzel ve başarılı bir film olmasındaki etkenler ise şüphesiz, Grace Kelly’i anlatması, Grace Kelly’i Nicole Kidman’ın oynaması. 



“Masal gibi bir hayatımın olduğu fikri bir masaldır.''
 – Grace Kelly

Taha'nın Puanı;
Umut'un Puanı: